30 Mart 2007 Cuma

Kötü kadın olmak ya da olmamak

Birisi söylemişti;
canı yanmış kadından korkacaksın diye.
Acısı geçene dek bir köşede ağlayan sızlayan kadından, acısı dindikten sonra korkacaksın!
Seven kadına söylenmesi en tehlikeli sözdür "git!"
Hele hele de bunu dolandıra dolandıra söyler, kendi paçanı kolaydan sıyırabilmek için onun hayatından 'sen iyisin ben kötüyüm seni üzerim' vb tarzında cümlelerle git dersen kadına, o kadından korkacaksın!

sonra demeyin ki artık saf aşık yok, artık sevilecek kadınlar yok..

Bilin ki size kötülük yapmış kadın, canı yanmış kadındır!
Bilin ki o kadın, bir süre önce bir köşeye sinmiş paramparça ruhuyla yıkılmış kadındır..
Bilin ki o, kalbinin tüm paramparçalığını toparlamış ayağa kalkmış bir kadındır.
Eğer ki canının yanacağı hissettirilirse tekrar,
kadınlar şeytandır, kötüdür, nankördür
sözleri vuku bulur..
Hepsi,
hepsi kadının savunma mekanizmasıdır aslında.
Hepsi, kadının o köşeye sindiği günlere dönmeme çığlığıdır.. O korkuyla tırmalamasıdır karşısındakini.



Kimisi, bu, erkeklerin gözünde kötü, kendi hemcinslerince güçlü kadın olma seçeneğini seçer.

Kimisi ise bekler.. Ağlar, hırpalanır, ruhunun tedavi sürecinin ardından
yeniden başlatır filmi. Bir ihtimal bu filmin sonu mutlu biter umuduyla her defasında patlamış mısırlar elinde heyecanla kaptırır kendini..
Neticede kötü kadın olmamıştır belki ama garantisi yoktur tekrar aynı sonun gelmeyeceğinin..
Bu belirsizliğin bilinciyle der ki kendi kendine

'Bu sefer patlamış mısırlar güzelmiş'

....

29 Mart 2007 Perşembe

Sadece ben..

Hatırlıyorum, küçükken de severdim ben yalnızlığı...

Cezbedici bir yanı olmuştur hep nedense. O çocuk aklımla belki en büyük güveni kendimle kaldığımda yaşadığımı farketmişimdir.. Çocukluk arkadaşımla yaptığımız bir konuşmayı hatırlıyorum. Yazar olmak istediğimi, kocaman bir evde tek başıma yaşamak istediğimi söylerdim. Hatta evimin adada olmasını isterdim! O yıllarda bile manzara tutkumuz var:)
Kendini diğerlerinden izole etme, farklı görme, ayırma isteği o yaştaki bir çocukta neden vardı ki? Hadi şimdi gürültü patırtı, şehir karmaşası, sorumluluklar, sinir stres diyorsun, hani şu her bireyin klasik herşeyi bırakıp kaçıp gitme isteği diyorsun da o yaşta ne derdim varmış diye düşünüyorum..?
Sonra sonra.. Farkediorum ki, bir sorunum olması gerekmiyor. Çünkü ben bu dinginliği seviyorum. Şu an karşimdaki ucunu bucağını baka baka bitiremediğim masmavi denizi, kuşlardan başka hiçbir ses duymadığım şu anı, en küçük beton yığını bile barındırmayan alabildiğince yeşilliği, bulutların nerdeyse dans ederek yer değiştirmesini izlemeyi, güneşin kızara kızara denizimin üstünde batışını izlemeyi, buram buram esen şu rüzgarın saçlarımı uçuşturmasını ve nihayetinde yazmayı seviyorum..

Ama yine de yazar olmayı istemezdim [zaten olamazdım da:)]. Benim çok daha iyi bir mesleğim olacak. Ama en güzeli şu sanırım ki, her zaman çabaladığım farklı uğraşlarım da olacak, bana zevk veren. Mutlu hissetmemi sağlayan, rahatlatan.. Yazmak bunlardan biri işte, keza fotoğraf da öyle..


İnsan bir aktiviteyi hatta kisiyi sevebilir, sever ama.. Ben şunu öğrendim; sevginin o kadar çok formu var ki.. Kuş-çiçek-böcek sevgisinden bahsetmiyorum!

Yani kişinin seçtiğin davranış biçimlerini baz alarak sevgiyi sınıflandırırsak.. Yazmayı seversin ama yazar olmak istemezsin mesela. Hobi olarak kalmalıdır hayatında. Ya da arkadaşını seviyorsundur, değer veriyorsundur, mutlu olması için çabalarsın da ama hayatına sevgili sıfatında sokmak istemezsin. Olur ya?! Olmadı mı hiç size? Arkadaş, dost kalmalıdır o da.
Ya da konuşamazsın, paylaşamazsın ama çok seversin,
babandır-anandır, canındır.
Ha sevginin onca formundan başka bir de sevgiliye duyulan var degil mi:)
En özeli..

Çünkü sevgi kalıbıyla o kadar alakasız kurabiyeler çıkıyor ki ortaya! Sonuçta ne yediklerini bilincinde olmayan, bittikten sonra mide kanaması ile kıvranan bir sürü kurabiye canavarı ortalıkta geziniyo:)
Kurabiyelerin cezbedici renkleri, görünüşü, şekli, şemali, reklamı.. Hiçbirşeyin bana o mide kanamalarını yaşatmasına izin vermeyecegim. Gerekirse, evet..
Ama şunu biliyorum; sevginin hiçbir formu, hiçbir zaman üzmez ve kırmaz! Yalan yanlış, eksik gedik, birbirine merhem olan, vakit geçirilen hiçbirine dahil olmayacağım.
Yalnızlığımla ve kendimle bu kadar barışmışken, kolay kolay riske atamam birşeyleri..
Kimsenin aşk kırıntısına muhtaç değilim.. Çünkü mutluluğumun, huzurumun artık bakışımda olduğunu biliyorum,
benim bakışımda!


Halil Cibran demiş ki;
"Çoşkumuzu da acılarımızı da, onları yaşamadan çok önce seçeriz. Acı ne kadar derinse içimizde o kadar büyük oyuk açar. O oyuk daha sonra hazzın barındığı kap olur. Şarabınızı, doldurduğunuz kadeh, bir zamnalar camcının fırınında kor halindeyken şekillenmedi mi?"

Çok şey yaşadım kendimce.. Yaşayacağım da..
Şimdiyse şerefime içiyorum şarabımı, insanlığıma, farkındalığıma, yağmur sonrası
dinginliğime..
*******

06.2006dan bir yaprak..

inside all the people.

freddie mercury iyi adamdı dediğimde genelde "yok ya .bneydi o", "kokain kullanıyordu.", "karaneciydi." gibi ithamlarda bulunulur. tamam, fiziksel görüntü itibari ile bir sıvaslıyı andırsa da sevgili mercury, şarkı sözlerinde aslında insanlık ve insanlığın gelişimine dair ne kadar güzel saptamalar yapmış. buradan brian may'e ve hatta freddie mercury'nin "too much love you will you" yorumuna geçmek istiyorum ki, sanırım şarkı sözü de bu kadar yazdığım şeyin anafikrini ortaya koyacaktır.

yani şöyle bir metaforda bulunayım, bir araba geliyor diyelim; ancak hızlı geliyor. hemen reaksiyon gösteririm, tepki veririm, "DELİ GELİYOR ARKADAŞ" diye bağırırım. işte sevgi konusunda, sözde aşk konusunda da böyle deli gelmeyin, gitmeyin.

her şeyin bir ayarı, her güzel şeyin bir sonu, her günün bir yarını var; bugünün ve bugün olan olayların keyfini çıkarmaya bakmanın, bireyin mental sağlığı açısından daha iyi olduğunu düşünüyorum. bu GİRİŞİ de işbu şarkı sözüyle bitirmek isterim:

too much love will kill you
it'll make your life a lie
yes, too much love will kill you
and you won't understand why
you'd give your life, you'd sell your soul
but here it comes again
too much love will kill you
in the end.

herkese iyi ve neşeli günler dilerim.

28 Mart 2007 Çarşamba

e.

zihnimin duru bir su gibi berrak olduğu zamanlar oluyor.
o zaman hakikaten herşey o kadar net ve anlamlı geliyor ki bana.
herşeyin nedeni belli.
dünyevi bir mantık çerçevesinde herşey.

herşey dingin -ve anlamlı.

begatif birşey yok. çünkü.. çünkü yok.
hepsinin ulaşacağı pozitif bir sonuç olabilir, ya da gerektiği gibidir sadece.
pozitif birşey de var diyemem somut olarak, ama gülümsüyorum içten içe, bunu da inkar edemem.

i can see clearly now.

24 Mart 2007 Cumartesi

IV

Biz önceliklerimizi belirlerken önceliklerimiz de bizi belirliyor diyorlar: tek amaç belirleniyor olduğumuzu fark ettirmemek. Kaldı ki fark etsek ne olacak? Ne kolumuzu kaldırmaya mecalimiz var, ne birbirimizi dikeltecek takatimiz. Yorgun argın yaşıyoruz. Ne gerekiyorsa oyuz. Bitkin dünyanın miskin sakinleriyiz, eğleşmekten uykumuz gelmiş. Uyuklamaklığımızı fark etmememiz için olabildiğince çok yorduruluyoruz.

Hal böyleyken, sürekli uyuma isteğine nasıl depresyon derim? Asıl çöküntüyü kim yaşıyor? Keşke uyanıp depresyon uykusuna yatsak. Belki biraz kendimize gelirdik…

Kronik yorgunluk, işlerlik metastazıyla paralel işliyor vücudumda. Sanırım başarılı olacağım.

20 Mart 2007 Salı

III

Kaybettiğin dostunun anısına üç beş cümle yazmanı istediklerinde, bunun haftalarca araştırdığın, onlarca kitap okumanı gerektiren, cümleleri uzadıkça uzayan tüm yazılardan daha zor olduğunu fark ediyorsun. Ne bir belagat sıkıntısı, ne edebiyat, ne çetrefil felsefi bir sorgulama, ne de sosyolojik bir tespit; yalnızca kaybettiğinin anısını kelimelerle anlatmanın imkansızlığı. Ve söylenen her bir cümle, onlarca kitaptan daha fazlası, her kelimeyle kaybettiklerinden bir sıcaklık, bir gülümseme, bir sarılma bekleniyor.

Ve neyi anlayabilmişim ki neyi anlatabileceğim? Anladığım yalnızca şu: ölüm her zaman ani oluyor. Ve öyle olmadığı yanılsamasına kapılsak da, hiçbir zaman kavranamıyor.

17 Mart 2007 Cumartesi

a.

gönderdiği mesajı okuyup telefonun ekranını öpüp bir süre sırıtarak bakakalınca ve bilgisayardaki fotoğraflarına bakıp ekranı okşayıp, öpünce ne kadar aşık olduğunu bir kez daha anlıyor insan.

15 Mart 2007 Perşembe

senin suçun yoktu...

kızma bana.
bir kaybolur, bir var olurum;
nicelerdir böyleyim ben.

geçmişimden sorumlu tut bu beni.
senin suçun yoktu hiç,
biliyorum bunu...

geçmişimden kalan geceler...

seni sana birakmaya karar verdigim gun,
hayatimda en cok ugrastigim, uzerine en cok titredigim seyden vazgectigim,
sokaga attigim gun oldu..

en cok insanlarin yanindan ayrilip da, kendi basima kaldigim anlarda mucadele ediyorum bana o gece yaptigin saygisizlikla..

sigara icerken,
kitapligimi karistirirken,
sarap icenleri gordugumde,
ve daha nicesinde..
bir de tuvaletteyken..

en yalniz kaldigim, en savunmasiz kaldigim anlarda dusuyor o hareketin aklima..
ve inan bana, ne kadar muhasebesini yapsam da, bastan sona ne kadar karalasam da olan biteni kafamda
gecmiyor,
bitmiyor..

zevkle izlenen filmler gibi bastan sona izleniyor bazi kareleri her defasinda..
ve inan bana,
hic bir karesi keyif vermiyor.


seni defalarca boguyorum zihnimde..
defalarca diriltip, agzini burnunu kiriyorum tekrar ve tekrar.
o gun senin evinde, yataginda mesela, yanina uzanirken senin,
o kustahligin sonucu cok defa burnunu kanattim..

ayni olayin bir cok sonucunu yaratiyorum zihnimde her aklima geldiginde hareketlerin.

soyle yapsaydim, boyle olurdu.
boyle olsaydi soyle olurdu.
gibi..

aslinda baktigimda geriye, hepsi bok gibi..

ama isin garibi,
sen bunlari hic anlayamadin.
icimdeki nefreti,
o sevgimi sarip sarmalayan nefreti goremedin.
bir kac gunluk sey dedin..
gececegine inandin.

gecmiyor.
benim gururum herkesinkinden daha ustteymis, onu gordum sayende.
kabullenme esigim cok cok asagilardaymis..


beraber yasadigimiz gunler geliyor bazen aklima..
ne cok severdim bu fikri. sevdigim insanla beraber yasamak.

ve biz hic bokunu cikarmadik biliyorsun bunun da..
yemeklerimiz, televizyon izlemelerimiz, yataga girislerimiz ve sevismelerimiz hep kutsaldi..

en azindan oyle durdu uzun sure.


ama hic iyi olmadin sen.
hep bunalim insaniydin.
hic bir sey, hic kimse iyi edemiyordu seni.
ve hep bir seylerin eksikti.
bir zaman kapatabildim tum eksikligini, sonra bir baktik ben eksilmeye basladim.
cok surmedi, erimeye basladim kendi eksikligimde.
sen yanimda uzanip penguen okudun boyle zamanlarda yatak odamizda.

ve biz,
sevismemeye basladik.

ben bir gece kapiyi carpip ciktim odadan.
teninin uzakligi,
hic bilmedigim diyarlara senin tarafindan tenimin surulmesi zindan etmisti hayati bana.
kapiyi carpip ciktim.

televizyon izliyordum.
elimde bir sonup bir yanan sigaralarla.
o gece evi yakabilirdim emin ol.
elimdeki sigarayla evi atese verebilirdim.
kasitli bir dikkatsizligim, herkesi masum cikarirdi o atesten..
icinde ikimizin de yanacagi o atesi duslerken ben, aklima iceride uyuyan kardesim geldi.
mukemmel ölümümüz, mukemmel olmayan bir ayrintiya kurban gitmisti o dakika.

ölümümüz baska bir geceye ertelendi.

ve sen o deliliğimi mi anladın,
yoksa kırbaclanmaktan hosnut kalan yuregin miydi surgune son veren.
yatagimiza cagirdin beni..

sevismek iki kisilik bir vahset olmustu o anda. en sevdigimiz sekliyle..
senin dogmatik sacmaliginin o sehvetli vahseti, gercek bir vahsete cevirdigi o ana kadar.

yine ben salona gittim.
sense benim yatagimda kaldin..


hic birsey mutlu edemiyordu seni.
oyle mutsuzdun ki,
oyle cok depresyona giriyor,
sayisiz olandan oyle cok cikiyordun ki..

bir gece artik dakikalarla olculur hale gelmisti bu devinimlerin.
gitgide cekilmez bir insan halini aldin.
sabahlari uyandigimizda suratinin o domuz hali, hic alisik olmadigim sabahlari getirdi beraberinde.

arada bir icimden,
aldatmak geldi seni. ya da dovmek.. amacım sadece canını yakmaktı.. turlu sekillerde olabilirdi bu.. cunku canin gercekten yanmiyordu.. yanmalıydı ki iyi oldugun zamanları özleyesin..
ancak bu sekilde ayni iki domuz insan halini alabilirdik.

goruyor musun?
artik yapamadigimi gorunce, seni iyi etmekten vazgecip, senin mutsuzluguna ortak olmayi dusundum ben. senin domuz haline benzemeyi.
cunku o zaman cekilebilirdi hayat.
hic cekip gitmeyi dusunmedim ki ben.
sanki zorundaydik bu hayati beraber yasamaya,
sen domuzsan ben de oyle olmaliydim ki beraber mutlu olabilelim.

iste bu zamanlar, benim eksilmeyi birakip tamamen yok oldugum zamanlardir.


ben gulen, neseli, mutlu bir adamdim..
insanlar benim yanimda mutlu olurlardi, eglenir, gulerlerdi..
bu yuzden evim mabet gibi dolardi cogu aksam.
insanlar bana gelirdi.

ama senin icin bunlarin hepsinden vazgecmistim.
cunku saplanmistim, zorundaydik basarmaya..

iste ben yok oldugum zamanlarda sen, o lanet gecede, bana yapabilecegin en buyuk kotulugu yaptin.
"keyfim bilir"lerle, "eve kacta donerim, bilmiyorum"larla dolu bir gecede beni yiktin gectin..
ben seni hic bu kadar farkli gormemistim.
hic bu kadar icimden bir seyler sokup alinmamisti..
hic bu kadar erkeklik gururum ayaklar altina alinmamis, yikilmamisti.

mahvettin o gece beni.
bir kac saatlik eglence ugruna.

o dinlemeye doyamadigim sesin, o sarkilarin, o muzik ozlemin sebep olmustu bunlara hem de..
en cok destekledigim, ugruna neler neler harcadigim sey yok etmisti bendeki her seyi..

beni sana asik eden sesin,
o gece beni vuracak sey icin cikmisti agzindan..

simdi dusunuyorum,
o gecenin, o telefonlarda gecen gecenin her dakikasini..

hic bir kadin, sevdigi adama bunu yapamazdi.
bu kadar kustah, bu kadar saygisiz davranamazdi..
hem de saygiya bu kadar onem verirken.


affetmek mi?
hic sanmiyorum..
affedilmeyi dilemedin sen cunku.
kuru bir kac ozrun ise yaramadi.
yaramayacagini bile bile, yaramasin diye ettin zaten..

keske o gece bana bunlari yasatacagina,
ölseydin..

iste o zaman, iyi anardım seni..

14 Mart 2007 Çarşamba

Ateşböcekleri'min Efsanesi

Aynı adada, kıyıda bekliyordu sevgilisini deniz kızı, heyecanla. Ama yoktu işte! Neden gelmemişti hala? Neden geç kalmıştı balıkçı? Yoksa başına bir hal mi gelmişti? Daha önce hiç geç kalmamıştı çünkü.
Her akşam güneşi birlikte batırırlardı o adada. Güneşin kıpkırmızı yaptığı gökyüzünü aşkla seyrederdi iki sevgili. Ardından gelen karanlık, onları rahatsız etmezdi hiç. Ay'ı izlerlerdi.
Hem yakamoz, gün batımı hepsi bahane değil miydi?
Önemli olan yan yana olmak, birlikte vakit geçirmek değil miydi? Hem ateşböcekleri vardı gecelerini aydınlatan...
Deniz kızı her geçen dakika daha da meraklanıyordu. Üstelik hala ufukta gözükmüyordu balıkçı... Saatlerce bekledi deniz kızı. Ve işte güneş de battı..
Ay? Ay çıkmıştı, ama hala yoktu balıkçı.. Ağlamaya başladı deniz kızı. Gözyaşları hırçın dalgaların arasında kayboluyordu ama umudu hala vardı deniz kızının. Ne olursa olsun gelecekti balıkçı!
Adanın çevresinde dolandı deniz kızı günlerce... Kaç güneş batırdı tek başına. Gökyüzünde uçuşan ateş böcekleriydi şahit aşkına, sadakatine, umutla bekleyişine...

Bir gün, adanın arka kıyılarında bir karaltı gördü. Aklına gelen ürkütmüştü deniz kızını! Merakla ve umutla yaklaştı, giderek "balıkçı" olan karaltıya.

Evet, işte oradaydı ona bakıyordu sevgilisi! Gelmişti adaya... Ama kıpırdamıyordu hiç, sevinmemiş miydi?
Bağırdı, çağırdı, ağladı deniz kızı. Öfkeyle kabullenemeyişle tüm o hırsıyla dalıp dalıp çıkıyordu denizde. Hırçın dalgalardan daha da hırçındı şimdi. Balıklar bile üzülmüştü deniz kızının haline...



Ya ateş böcekleri?
Onlar da üzüldüler böylesine imkansızlıklar barındırmasına rağmen devam eden aşkın gözleri önünde yitip gidişine... Ve bundan sonra adayı terkedip şehre uçuştular..
Şehirde ise, sadece gözlerinde deniz kızının büyük aşkını gördükleri insanlara göründüler. Sadece balıkçının sadakatini taşıyanlara parıldadılar.


O yüzden ya zordur bu şehirde ateş böceği görmek...

Sahi siz hiç gördünüz mü?

Gitmiş sevgiliyi aldatmak hissi..

....
Hissetmediğin sarhoş bir dil dolanırken ağzında, karnına giren sancı beynine doğru ilerler, donar kalırsın! O gelir sadece aklına.. O'nun olduğunu hayal etmek istersin bir an için;
olmaz..

Ve işte zaman durmuş hissi.. Berbat bir alkol kokusu gelir diline damağına.
Saçlarının arasında soğuk bir el dolanır, için gider O'nun kokusunu alacak benden diye..
Dans ederken kafanı yaslarsın omzuna. Gözlerini kapatıp O olduğunu hayal etmeye çabalarsın, beceremezsin. Olmaz bi türlü. Anlamı yok o halde bu dansın dersin, bitirirsin.

Sarhoş bir dil dolanırken ağzında ödün kopar O'nun tadını çalacak benden diye.
Sarhoş bir el dolanırken belinde anlarsın ki .. Anlarsın ki, artık bitmiştir.
çünkü bitmelidir. Bu bedende artık O'nu yaşatamazsındır.
Önce sarhoşu itersin, sonra aklına onun klasik lafı gelir, hani her gidişinde söylediği.
'Boşver, belki böylesi daha iyidir!' !

Bir köşeye çekilir, midendeki sancıyla kalakalırsın. Ve bir dolu soru işareti kafana kafana indirirken çengelini
şeytan fısıldar;
cehennemine hoşgeldin acemi çaylak..

13 Mart 2007 Salı

II

Konuşuyoruz. Anlatıyoruz birbirirmize. Tartışıyoruz.

Anlamlandıramıyoruz.

Ve şöyle sesleniyorum ona: Kültürün kendi dili bir diğer kültür için anlamlandırılamazlığıysa, ortak değer kümelerimiz olmadığı sürece dillerimizi nasıl algılayacağız?

Belki de, diyor, “ya” yerine “ve” demenin vakti geldi (geçiyor).

O halde, diyorum, varlık alımlamamız farklı olsa bile, ortaklaştığımız yerler olabilir. Ya benzerliklerimizden gayrısına dokunulmazlık vereceğiz, yahut değer kümelerimizi çözümleyebilmek için birbirimizi tanımaya başlayacağız.

Buna tenezzül edeyim, diyor.

Kutsiyetime ve aşkınlığıma seni ortak edeyim, diyorum.

Başaramıyoruz.

12 Mart 2007 Pazartesi

alkol...

insanlar arası ilişkiler ne kadar da garip..
bugün ilk defa eski sevgilimin yeni sevgilisiyle doğru düzgün muhabbet etme şansı buldum. ikimiz de türk olduğumuz ve aramızda türkçe konuştuğumuz için çok rahat izole olduk. önce çevredeki insanlar "türkçe konuşmayın lan! bişey anlamıyoruz!" da deseler umrumuzda değildi. bir süre izole olduktan sonra kimse seninle ilgilenmiyor zaten. ilgiense de ne keza, "türkçe ilginç bir dil" demekten ileri gitmiyor hiçbirşey..
uzun uzun konuştuk. alkol de yardımcı oldu, "buyrun geçler, şunu bunu da konuşun, yaklaşın birbirinize" dedi. zaten alkol insaları yaklaştırmayı çok sever. bunu alkol gruplarının özellikleri olarak organik kimya sınavında da yazmak istemiştim hatta, "OH grupları insanları birbirine yaklaştırır hocam. mutlaka siz de biliyorsunuzdur..."
bir an aklımdan geçmedi değil, "şu hatunu başta çıkarsam mı?" dedim. valla dedim. o an kendisini baştan çıkarabileceğimi gördüm. tıpkı bir boks maçında ilk raunddan kazanabileceğini anlamak gibi. bir his işte. bir içgüdü. benim için zor birşey değil kız tavlamak.. kız tavlamak? avcılık işte... ama yine de çok garip bir laf gibi geliyor bana. sihirli güçlerim var benim. kadınların arasına sokulmuş bir casus gibiyim. biliyorum ne istiyorlar, neyimi istiyorlar. buyrun, hepsi sizin olsun! yeter ki sevin beni... yeter ki şu içkili halimde kollarınızda bir yer bulayım.
evet ne diyordum, bir an kendisini elde edebileceğimi düşündüm. utan kendinden! eski sevgilinden alınacak bir intikamın mı var sanki? nedir bu insalara zarar verme içgüdüsü? belki de insanlara zarar verebileceğinin bilinci hoşnua gidiyor. bu bir güç. güç iktidardır.
sevgilim geldi sonra aklıma. beni kıskanır mı? kendisi tanrıdır sen bilmezsin. görsen sen de tapınırsın ona. tanrı dediğin öyle birşeydir ki şu ana kadar kimse onu görmemiştir ama adının bile geçmesi kimilerinin iktidar kurmasına yeterli olur. benim sevgilim de öyle. kendisi de bir büyücü. ne istediğimi biliyor. benliğime sokulmuş bir casus gibi. kollarımda olduğu sürece herşey yolunda. ama bir gün o da iktidar peşine düşerse ne hale geleceğimi bilmiyorum. olsun... onun iktidar mücadelesinin benim üzerimde olması bile yeterli. ne kadar da zavallıyım ama değilmiş gibi yapıyorum... hepimiz öyle değil miyiz?
bu sarhoş olma hissini çok seviyorum. bitmesin... din, toplumların opium'u, alkol insanlığın iç dünyasına açılan kapı... birşey, astrosit hücrelerinin oluşturduğu kan-beyin duvarının ırzına geçerken ancak bu kadar zevk verebilir.

m.

bazen harika.
bazen berbat.
stabilite sıfır.

Seni sevmek..

Bir çeşit yeniden doğuştur bu.. Seninle soyunmaktır tüm korkaklıkları. Ve oturmaktan vazgeçmektir artık, o ümitler deryasının kıyısında..

Uzaktan bakmaktan vazgeçmek; tam ortasında olmaktır hayatın!
Sağa sola her yere koşturabilecek, her işin üstesinden gelebilecek kadar güçlü hissetmektir seni sevmek.
Ve tam ortasına almaktır seni, hayatımın.

Bu öyle ki ,
sana dokunamadığı için her defasında öfkeyle ezdiğim parmak uçlarımın da dahil olduğu bir hayat.

Öyle ki,
yüzünde, yanaklarında, dudaklarında dolanacağı güne dek onlara öfkeli olacağım parmak uçlarımın da dahil olduğu bir hayat.

Ve bu duygu bir çeşit doyumsuzluktur..
Gözbebeklerinin içindeki seni
sevmeye doyamamaktır..
ve bu doyumsuzlukla dolanmaktır satır satır, gün gün..

Seni sevmek,
her sabah yeniden doğuştur.
Daha çıplak, daha korkusuz, daha güçlü..

Eeey yımırtalaaar..

Sevgili yımırtalar,

Sizlere seslenmeyi borç bilirim. Artık burama kadar geldi! (burama işte) Benimlen derdiniz ne açık açık söyleyiniz! Ben sizleri bu kadar severken sizin benimle derdiniz nedir hm? Sorarım sizlere??

Ben değil miyim ki daha dün 5yumurta yiyen? Sabah rafadan, öglen tavadan olmak üzere her formatta sizi bunca seven??
Ben değil miyim ki bu sabah tavadaki yalnızlığınıza kıyamayıp domatesle sizi kaynaştıran, seviştiren?
Ben değil miyim ki sizi o soğuk buzdolabı hayatından kurtarıp sıcacık midemde misafir eden??
Sorarım sizlere!
Peyki sizin derdiniz nedir benimle??

Her ay deli gibi karın ağrısına sebebiyet veren sizlersiniz! (yani türevleriniz=))
O karın ağrısı öncesinde ortalıkta 'höyt yıkarım yakarım' diye dolanmama sebebiyet veren, insanların kafasına çemkirten, sinir küpü halinde dolandırtan yine sizlersiniz. Yoksa ben melek gibi kızımdır:p
Çemkirmek? ben? aa:)


Ve ve ve vee
Bakınız een çok da bu huyunuza kırılıyorum yımırtacıklar;
şu yumurta-kapı-dayanmak hatta o dayandığı kapıda patlamak terimlerini neden bende bu kadar gündeme getiriyorsunuz?
Sizlere bunca iyilik yaparken, severken sizleri ben,
sizin bana 'yumurtanın kapıya dayandığı an'ın stresini yaşatmamanız lazımdı!!!
Bir kıyak geçmeniz lazımdı..
Vicdansızsınız huleyn! yımırta kafalar!


Bi daha sizden yiyen sizin gibi olsun.
Zaten ders çalışmam lazım!
2sınav var sanıyodum 3müş
peaah
****


Bu hafta 'kapıdaki yımırtaların haftası' olsun bakalım haftasonuna nerelerimizde olacak o yımırtalar ve yuzde kaç kırılma oranıyla
görüciiz anacım görüciiiz

geleceğimden geçmişime mektuplar...

şimdi düşündüğüm zaman çok doğru değilmiş yaptıklarım.
kendimi savunmayacağım o yüzden.

savunma ihtiyacı duymamaya başladığım günleri hayal meyal hatırlıyorum şimdi ama o seninle tanışmadan önceki zamanların hikayesi.
bu anlatacaklarımın konusu değil.

o zamanlara şöyle bir baktığımda...
her şeyim, işim olmuştu.
sabahları genelde sen yataktan kalkmadan evden çıkar, kahvaltı masasında yalnızlığınla başbaşa bırakırdım seni.
geceleri herkesten sonra çıkmaktan büyük haz alıyordum. hele bu son zamanlarda daha da ağır basmaya başladı. kendime işler uyduruyor hatta çıkıp hala bekar olan arkadaşlarımla bir şeyler içmeye gidiyordum.
sen yine yalnız kalırdın.
çogu zaman yemeğini yalnız yer, bana yaptığın pastaların böreklerin hep en büyük dilimini bana bırakırdın...
geldiğimde ya pür dikkat televizyon izliyor yada ikimiz sarılarak izleyelim diye bir hevesle aldığın DVDlerin arkalarını okuyor olurdun.

ama bir gece bile yüzünde "yine geç kaldın, hani söz vermiştin bu gece için?" ifadesi olmadı. hep geldiğim için mutlu, hep gülen bir "hoş geldin!" karşıladı beni.
ben uyumaya o gece başka nereye gidecektim ki sen bu kadar mutlu oluyordun o eve gelmemden?
ya sen gerçekten Polyanna'ydın yada ben bağışlanması her zaman farz olan bir bebek.

evlenmeye karar verdiğimizde, gariptir ama, sanki bana biat ettiğini kanıtlamak istercesine çalışmayı bırakmıştın.
ki ben bunu hiç istememiştim senden.
oysa ki ben olmasam, önünde seni bekleyen mükemmel bir kariyer planın vardı.
ilk tanıştığımız gün, ben bu hedeflerine vurulmuştum biraz da senin.
çok iyi hatırlıyorum, o gece sabaha karşı, sende kendimden birşeyler bulmanın heyecanıyla girmiştim yatağıma.

ben seninle tanıştığım zaman, çok yol kat etmiş, ilişkilere ve kadınlara eskisi gibi toz pembe bakamayan bir adamdım.
kalbim taş gibiydi ve sen bu taşı kırmak için aylarca mücadele ettin.

evlilikse benim için o zamanlar çok uzak bir ihtimaldi.
diyorum ya, mahvedilmişti bir kere benim o büyülü bahçem. düşlerim, umutlarım.
nefret ettim sonra hepsinden.

işte bu bir yıldan fazla süren inadın ve sabrın beni büyülemişti.
seni ne zaman kırsam, ne zaman bağırsam, ne zaman yeteneksizliğini yüzüne vursam sen yine hep beni haklı buldun.
kızmanı, kapıyı çekip çıkmanı, ağlamanı, küfretmeni istedim.

bunları yaptın yapmasına da,
hiç bana yansıtmadın.


gün geçtikçe daha da yalnız kalmaya başladın.
ben git gide seni yalnızlığına daha da gömdüm.
artık kendini discovery channel'daki belgesellere veriyor, sürekli öğrendiğin şeyleri bana anlatma hevesiyle dolup taşıyordun.
Allah var, ne bana saçma sapan kadın programlarından bahsettin ne de komşu dedikodularından...
ama ben seni hiç dinlemek istemedim.
hep "şimdi olmaz hayatım, çok yorgunum. başka zaman anlatırsın"lar doldurdu kulaklarını...

ve sen büyük bir sabırla "o başka zamanlar"ı bekledin.
ama o başka zamanlar, yanlarına başka zamanları da katmalarına rağmen hiç gelmediler evimize.

yine Allah var be kadın, bunlara da hiç ses etmedin.
gelmemle yatağa gitmem arasında kalan o kısacık sürede susup televizyon ekranına bakarken ben sabit bir şekilde, sen yüzümü izlemeye koyulurdun.
gününün nasıl geçtiğini sormak dahi gelmezdi aklıma o zamanlar. şimdi fark ediyorum bunu.

hatta gariptir, televizyonun yerine geçme isteğin o kadar ağır basmış olmalı ki o zamanlar, televizyonun üzerine ve çevresine fotoğraflarımızı - ama daha çok seninkileri - koymaya başlamıştın. sürekli değişen fotoğraf kareleri. belki gözüm onlara değer de seni görmüş olurum umudu kalbini okşuyordu sanırım.

bu zamanlardan bir gece, üniversitedeki Türkçe hocamı görmüştüm rüyamda. Aslında bir derste verdiği "eşinizle ilgilenin ileride" öğüdünü tekrar dinlemiştim kendisinden.
sabah uyandığımda sen yine uyuyordun.
yüzüne baktım,
sonra ellerine...
duşa girdiğimde hüngür hüngür ağladığımı iyi hatırlıyorum.
ben neden böyle bir adam olmuştum?
önce seni suçladım yerli yersiz o daracık kabinde. bu kadar bağışlayıcı olman mıydı bunlara sebep. sen neden bağıramıyordun ki? sesini neden yükseltmiyordun bana? hakkını savunmalıydın, "bu evlilik senin oyuncağın değil orhan bey!" diye diklenmeliydin bana mesela.
hatta ben istememiş olsam bile arkadaşlarımın karıları gibi "senin için ben kariyerimden vazgeçtim, arkadaşlarımdan şundan bundan vazgeçtim!" diye kavga çıkarmalıydın.
huzursuzluk çıkarmalıydın yerli yersiz ki o huzuru bulmak için ben de üzerime düşeni yapsaydım.
sen bozmalı, ben tekrar kurmalıydım.
kavga olmalıydı o evde. dikkatimi geçmişimdeki tüm kadınlar gibi bu şekilde çekmeliydin.
annem gibi, geçmişteki tüm sevgililerim gibi.
dozunu kaçırmadan yapsaydın bu yıkımları, belki ben böyle olmazdım.
evet, evet böyle olmazdım. yani o zaman, o daracık kabinde bu yargıya varabilmiştim suyun altında.
tamam sen yine her zamanki gibi suçlamalardan kendi payına düşeni fazlasıyla almıştın da ben bu işin neresindeydim? kendimi yavaş yavaş suçlamaya başladım.
seneler önce iş için girip çıktığım o mülakatlarda bahsettiğim tüm empati zırvalıklarını denemeye çalıştım senin üzerinde.
ama artık ceketimi giyiyordum ve o sabah toplantıda konuşulacak konulara gitti aklım.
kendimi yargılama zamanı seneler sonraki bir akşama kaldı.

sen uyanır uyanmaz aynı kadın, bense arabama biner binmez eski orhan olmuştum yine.


çok sonraları sınırlarını daha da zorlamaya başladım senin.
dayanamadığın bir nokta olmalıydı senin de. isyan edeceğin, patlayacağın bir nokta olmalıydı. ne kadar hoş karşılayacaktım o büyük kavgamızı bir bilsen. nereye gidiyordu bunca işkencenin yürek sızısı, nereye saklıyordun yalnızlığını be kadın?!
ben seni zorladıkça, aksine sen yüzümü daha çok izler oldun.
ama bu defa ellerin daha korkak dokunmaya başlamıştı bedenime televizyon karşısında.
sen, sana göre dünyadaki en değerli varlığa dokunuyordun. sahip olamadığın bir maddeye dokunur gibi, birazdan elinden çekip alacaklarını bildiğin ve tekrar sahip olmak için bir yirmi dört saat daha beklemen gerekecek bir mücevher gibi dokunuyordun bana.
yüzümü, ensemi, omuzlarımı keşfediyordun her gece.
ve ben o zamanlar farkında bile değildim sana nefes aldıran o dokunuşlarının.

çocuğumuz olmadı hiç.
olmaması için özel bir gayret bile göstermiyorduk halbuki. engellemek için her hangi bir çabamız yoktu. bazen seni telefonda annene bahaneler uydururken yakalardım. sen hiç çaktırmamaya çalışırdın oysa ki bana bu durumu. "daha var zamanı", "düşünmüyoruz"larla geçiştirirdin hep evin içinde beni izlerken gözlerin.
çevrenin baskısını bile tek başına göğüslemek görevini sen devralmıştın bu konuda da.
aslında şimdi düşünüyorum da, umrumda bile değildi çocuk sahibi olmak.
aklıma bile gelmiyordu her hangi birimizde bir sorun olabileceği.

sorun bende bile olsaydı eğer, konusunu bile açmazdın eminim.

çok zeki kadındın ama.
ilk zamanlarda fark ettiğim zekanın yanına bir de bana karşı olan sabrın ve bağlılığın eklenmişti zamanla.
beni iyi taşırdın dost meclislerinde, davetlerde.
eminim tüm arkadaşlarımın karıları çok kıskanıyordu seni.
boş değildin, hep doluydun ve başaklar gibi doldukça eğilirdi başın.
bir güne bir gün beni saç baş dağılmış karşılamadın evde. gözlerin hep rimelli olurdu. onların güzelliğine daha evlenmeden önce çok değinmiştim ben. şimdi daha iyi anlıyorum ama, neden bazı geceler eve geldiğimde gözlerinin kızarmış halde olduğunu.

aslında hayrandım kadın sana da işte ben...

ben bir acayiptim.

senin sabrını, şimdi ben zamanında başkalarına gösterdiğim sabırla kıyaslıyabiliyorum.
geçmişe bakınca daha net görülüyor her şey.
ben de hayatımdaki kadınların aslında içini, o içlerinde duran ve yaptıklarımı hak ettiklerini düşündürten şeyi gördüğümü sanmıştım.
onlara yaşatılanların, onları böyle katı, böyle merhameti az, böyle hırçın yaptıklarına inanmıştım...
o yüzden değişeceklerine inanmış, sabretmiştim.
dediklerini yutmuş, üstüne bir daha haksız yere duymuş ve yine yutmuştum onca şeyi.
benimle senin arandaki tek fark, ben bir müddet sonra vazgeçmiş ve aslında içlerinde gördüğümün görmek istediğim şey olduğunu fark etmiştim.
aslında annem hariç hiç birisi hak etmemişti.
hak eden ikinci ve son kadın sendin belki de.

sen o zamanlarıma geç,
onlarsa bu zamanlarıma erken kalmışlardı.

bir akşam eve erken gelmiştim.
beklemiyordun ya beni, duymamıştın kapıyı.
anahtarla açtım.
kıştı sanırım ki paltomu asıyordum.
içeriden bir ağlama sesi duydum.
yaklaştım yavaşça.
banyodan geliyordu ses.
hafifçe baktım kapı arasından.

ağlıyordun...

kadındın,
ağlıyordun.
erkektim,
göz göre göre ağlatıyordum.

klozete oturmuş, eski resimlerimize bakıyor ve ağlıyordun.
resmimi öpüyor, kokluyor
ve hiç durmadan ağlıyordun.
gözlerinden akan rimel, ellerine bulaşmıştı.
adımı sayıklıyor, geçmişime lanet ediyor ve yine adımı sayıklıyordun.

durman için, susman için o an canımı verebilirdim aslında.
o an ayaklarına kapansam, özürler dilesem sen yine o ağlayan gözlerini ellerinle siler, zoraki gülmeye çalışır ve kendini bırakır yine beni sakinleştirirdin, eminim.

ama bilirdim ki, o günden sonra sen eski sen olmaz, o manzarayı gördüğüm için sanki suçlusu senmişcesine daha da af dileyici olurdun.

işte bunu yapamazdım sana.
bu kendinle kaldığın, bu en saf, en temiz, en gardını düşürmüş seni bu halinle rahatsız edemezdim. tanıdığım sen, sana göre suç işliyordun o anda.
sessizce çıktım evden.

dışarıda biraz oyalandıktan sonra geldim tekrar.
üç bira, lanet olasıca bir bar şarkıcısı ve içtiğim yarım paket sigara.

eve geldiğimde yine kızarmış gözlerinde rimel, sevgiyle gülümseyen bir yüz karşıladı beni.
sonrasında yüzümü, omuzlarımı okşayan ellerin...


repeller
"geleceğimden geçmişime mektuplar"

10 Mart 2007 Cumartesi

gerçek dünyada çalıyordu telefon...

dün gece rüyamda, yaşattığı o tüm acılarla beni şimdiki ben yapan, bir müddet kadınlardan nefret etmeme sebep olan o eski sevgiliyi gördüm.

ne kadar sonra ilk defa.

bir yolculuktaymışız. aynı otobüsteymişiz.
ben yılların alışkanlığı, yolun verdiği o kasvet üzerimde, oturuyorum birisinin yanına.

gözleri üzerimde.
bense çoktan geçmişim o evreleri.
hareketleri, bakışları umrumda değil.

"bu muydu lan?" dedim kendi kendime.
"ben bunu mu sevmişim?"


sonra sonra yol aralarında durdu otobüs.
bizler indik, bir şeyler yedik.

o hep benimle ilgiliydi,
bense uzaklara bakıp bakıp başkalarını düşünüyordum.
yani anlayacağın, o bakışlar, o kendinden emin ama bir o kadar da ezik tavırlar beni hiç etkilemedi.
bak dedim, "geçmiş, gitmiş."
şimdi tutku yada akif olsaydı da söyleseydim diye düşündüm.


bir ara o kadar rahatsız oldum ki o ilgisinden, kalkıp merve'yi aradım.

tam konuşacaktık.

diğer telefonum çalmaya başladı.
bakındım şöyle çevreme.
evet gerçek dünyada çalıyordu telefon.

uyandım.
gülümsedim.



o saçma sapan günler geçmişti.

Ondan Nefret Ediyordum..


Ondan nefret ediyordum. Kaç ay olmuştu karşılaşmamıştık hiç okulda. Bu görüşemediğimiz süre zarfında ben yeni bir ilişkiye başlamış, yürütememiş, bitirmiştim. Nedeni (-hala) ‘ondan geriye kalan ben’dim. Güvenemiyor, korkuyordum herkesten. Yeniden kırılacağım, yeniden üzüleceğim diye ödüm kopuyordu. Onu gördüğüm ilk fırsatta yüzüne haykıracaktım “Mutlu musun gerçekten? Ben hiç değilim, hiç olamadım!” diyecektim. Bağıracak çağıracak tüm öfkemi yüzüne haykıracaktım bu sefer. O belki üzülecek, pişmanlıkla sarılacaktı bana, belki de eski günlerdeki gibi gözleri parlayacak bağıracak çağıracaktı. Kavgalar edip, birbirimizin yüzüne dahi bakmayacaktık belki bundan sonra. Ama hiçbiri olmadı...

Geçtiğimiz hafta onu gördüm. Ne kadar kilo almış, zamanında hayran olduğum o bakışları nasıl da anlamsızlaşmış... Birşeyler boşalmıştı sanki suretinden. Konuştuk bir hayli. Artık hayatında herşeyin yolunda gittiğinden, çok mutlu olduğundan bahsetti. Sevgilisini ne kadar sevdiğini, şaşırtıcı derecede nasıl uyumlu olduklarını falan filan.. Sevindim senin adına negzel dedim, sık sık . Çünkü ‘O’ hayatında sürekli sorun arayan, problem yaratan ergen çocuklar gibiydi benim zamanımda... “Benim zamanımda”=) komik geliyor kulağa..

Yeni aldığı kedisinden, annesinin bacağını incitmesinden, ablasının yeni işinden, kendisinin çalıştığı şirketten, takım elbiselerinden, hala geçemediği calculus2den ve daha bir sürü konudan bahsetti durdu. Dinleyemedim çoğunu, uzun süre dinleyemem ben kimseyi zaten. Şöyle bir durdurdum zamanı, karşımdaki yabancıya baktım.. Sahi o muydu beni bunca üzen, yıpratan, azaltan? Günlerce ağladığım, adeta kendimi paraladığım?

Evet geçmişte bir adam vardı hatırlıyorum. Çok sevmiştim. Önce ayaklarımı yerden kesmiş bulutlara yükseltmiş, ardından dehşet verici bir hızla yerin dibine sokmuştu, hatırlıyorum. Ama gel gör ki, ikisini de yapan şu karşımdaki adam değildi. Benim nefret ettiğim yüz de bu değildi...

Seneye nişanlanacağını söyledi. Ve ben, güldüm. İnanabiliyor musun? Güldüm, negzel sevindim dedim. 2 sene önce olsaydı muhtemelen o konuşmanın ardından kendimi tuvalete kitler, sindirene kadar ağlardım. Ve günlerce evden çıkmaz, kimseyle görüşmek istemez, yabani günlerime geri dönerdim..
Hiçbiri olmadı, sadece güldüm.

Sonra sonra, kendini anlatmaya doyunca sen nasılsın, neler yapıyorsun, mutlu musun dedi. Durdum..
Gözlerine baktım, mutluyum dedim. Gerçekten mutluyum.

Evet, 'O'nu gördüm. Durdum, dinledim, konuştum... Aslında tam olarak konuştuğum ‘O’ değildi. Başka birisiydi sanki. Geçmişimdeki sıfatına dair en ufak bir iz taşımıyordu ne bakışlarında ne sözlerinde ne ruhunda.. Artık hakkında ne iyi ne kötü hiçbir şey düşünmediğim herhangi biriydi. Geçmişte bir şekilde tanıdığım sadece.

Şimdi bu anlamsız bakan gözler miydi 2senemi benden alan. O kadar yıpratan..

Beni aldattığı kızla evleneceğini yüzüme söylemiş ve gitmişti. Fakat “gitmek” kelimesinin içerisinde barındırdığı “geride kalan” yoktu bu hikayede. Çok çok farklıydık artık.

Ben nasıl o kadar sevmiş, ve neden sevmişim bu yabancıyı dedim kendime. Cevabını hatırlayamadım..

Tüm bunları neden anlattım? Şimdi öyle acıyorum ki onun yokluğunu sindiremediğim,kendimi paraladığım o 2 seneme.. Tam anlamıyla heba ettiğim o 2 seneme şimdi öylesine acıyorum ki..

Tüm yaşattıkalrı için benden özür dilese şimdi, bir anlamı olur muydu ki?

Bilemedim....

mudkips

ben kimse, sen herkes.

9 Mart 2007 Cuma

o.

uçan kuş'da tuba özay'ın arkasına oturmuş tipler pipileriyle oynamıyorsa ne olayım.

o bakışı yakaladım bir kere abi.
gözler kitlenmiş karının sıtrına, bacağına, artık neresi osbir malzemesi olmaya uygunsa.

o bakışı yakaladım ben.

bir tatlı huzur almaya gelmiş eşşolusu...

yorgunum ulan.
hem de feci yorgun.

gözlerimin yanık yanık(!) yanması küfretmeme sebep oluyor.

hayatta tatlı bir yorgunluk yoktur kardeşim.

t.

eriyip gidiyorum.
hem ruhsal, hem fiziksel olarak eriyorum.
az kaldı, tamamen yok olacağım zaman yakın.

8 Mart 2007 Perşembe

Biri zamanı durdurabilir mi?

Hayatta bazı anlar vardır ki asla dahil olmayacağını sandığın kalabalıkların ortasında bulursun kendini ansızın..
Bütün o kalabalık gürültüye karşın senin dert ettiğin sadece içindeki çığlıklardır
'neden buradayım'lar
'ben bu kalabalıktan değilim'ler..
Şehir trafiğinde ilerlemeyen araçlar gibi dondurmak istersin zamanı..
O kalabalığın içinde yaşadığın günleri yaşamamış varsaymak için saatlerini durdurursun..
Günlerini öldürürsün..
Kendini hala kendine ait hissettiğin mutlu günlerinde bırakırsın ruhunu..
Ve en acımasız intihardır bu; ruhunu başka
bedenini başka yerlerde yaşatmak..

Zaman geçip yok olan benliğini hissettiğinde ise elinden gelen tek şey
ağlamaktır..
Seni senden alıp, o yabancı kalabalıklara atan nedene ağlamak..

I

Kendi dünyamda anlamlandırma çabalarımla yalnız kaldığımda olası üç yol çıktı karşıma, üç hayat da diyebilirim pekala: ya varoluşçu takılacaktım, ya 'entel' sorgulayacaktım ya da vazgeçip sosyal hayatın akışına bırakacaktım kendimi. Bu üç yol her biri farklı anlam haritaları şekillendiren, farklı saç stilleri, farklı giyim tarzları, farklı konuşma ve yazma biçimleri oluşturan üç 'varolma' biçimi.

Son yol pek çoğumuzun telef olduğu, ruhunu Mephisto'ya sattığı yol. Çok makul. Çok ışıltılı. Spor araba erkeklik ruhunu yüceltir. Param yok ki alayım...

Varoluşçu takılmak tam genç işi (haa, tabii ki varoluşçuluğun nihilist sonuçlanımı bağlamında); gençlik psikolojisi bunu destekliyor, alevlendiriyor, zengin düşünsel fıkır fıkırlıkları ve belirsiz duygusal altyapılarıyla uygun zemini hazırlıyor. Biraz sorgulayan, üç beş okuyan, ama hakkını vermeli, hakikaten düşünen genç, iki dünya savaşı arasının edebiyatında kendini buluyor; Camus'yla, Yeraltından Notlar'la, Kafka'yla ihya oluyor. Nietzsche okuyor, Sartre uğraşıyor. Şanslıysa Heidegger de (tüzelinde torunları diyelim) payını alıyor teliften.

Gerçek dünyanın eksiksiz anlatımı, gerçekliğin ta kendisi, olanca çirkinliğiyle ve 'herşeye rağmen' anlatılan hayat, 'realizm'. Sıkı bir 'karşı durma' tavrı, biraz, hani kaybeden değil ama, tutunamayan olma. Çözümleyici metodu görmezden gelip eldeki verilerle yetinme. Ex nihilo nihil fit. Bu bir kişilik oluşturur (ki bu düşünen adam için hayli zor). Çözümlemeyi ve onun gerektirdiği tahlili yadsıyan (bundan kaçınan) tutumuyla ikinci yoldan ayrılır. Aslında günümüz gençliğine hayli uygun, çünkü zaten kaybetmeye mahkum bir metodolojinin yansımalarının aksettiği bir toplumda ve bu nitelikte ilişkiler içerisinde bulunan insan kendini 'gösteren', kimlikli, po-mo 'var olan' olarak tanımlamak için buna ihtiyaç duyuyor. Peki ama neden olmasın? Umutsuzluk? Ve fekat şunu farkediyor insan zamanla: bu düşün boy gösterdiği ve etki alanını entelektüel çevreye aksettirdiği dönemde umutsuzluk insanın varoluşsal boşluğunda, onun niteliğinde, nihai amacındaydı. Ve bombalar patladı, ve insanlar yakıldı. İnsan eti meşe alevinde tüterken insanlığını sorguladı insan. Ve en zengin emperyaller güçlerini savaş sanayiine aktardı, ölmeyenler aç kaldı. 'Varoluş' sancıları bu zeminde boy gösterdi.

Halbuki modern sonrası durumun zemini tümüyle farklı. Paradigmalarının insanı yozlaştıran anlayışı artık çabalamamayı, çözümlememeyi kaldırmıyor. Kaldı ki bu metodolojnin bünyemize ne derece uyduğu gibi halihazırda konuşulan ciddi bir problem varken... Zaman değişti ve erimimiz arttı, eski moda bizim topraklarda hala tutuyor ancak koşullar düşünmemeyi kabul edemez durumda. Belki şunu farketmeli: Ben kendi 'tutunamayan'lığımı sunarken giydiğim ayakkabı bu dünyanın yeni gerçeği.

Kaldı bir yol: entel(!) sorgulama...

7 Mart 2007 Çarşamba

alchemist

Thur-gor'un hukumdari imparator "victor the magnificent"in, ki kendine koydugu ad budur, yoksa gercek adini kimse bilmez, topraklarini genisletmek icin Wuen kralligina akinlara basladigi senelerdi. Krallik bu hirsli imparatorun ustun silah gucune dayanmakta zorlaniyordu. Sinir sehirlerinin cogu yerle bir olmustu. yeri ve zamani belli olmayan saldirilar halka teror estiriyor ve mutlaka gelecek olan asil ve kesin isgali hazirliyordu. Kralligin asker gucu akinlari zaptedmekte bile zorlaniyordu..

..yani kotu durumdaydik sevgili gunluk..

Nihayetinde ugursuz bir aksam ustu bulundugum sinir kasabasi olan Nabou'da saldiriya ugradi. Bir kis gunuydu, kendi kucuk ve korunakli dunyamda organik kimya calisiyordum. Birden bire gokyuzu karardi. Ufukta siyah yelkenli, tahta, devasa gemileriyle belirdiler. Akilalmaz bir hizla, ufuk ve bizler arasindaki -ne kadar oldugunu hic bilemedigim ama olcmeye kalkacak kadar da deli olmadigim- mesafeyi katettiler. Bir yandan kulaklari sagir eden savas borularini otturuyorlardi. Oklarinin kiliclarinin degdigi hersey alev aldi.. Yandi.. Kulaklarimi yalayarak gecen oklara aldirmadan onlara bakakaldim ve dusundum, bu ok yagmurunda bir tanesinin bile bana isabet etmemesi ordek sansi miydi? Acaba ben ordek miydim?

Bir sure sonra borular sustu. ortam sessizlesti. Sadece alevlerin sesi duyuluyordu. yakmakta, yutmakta olduklari herseyin citirtisi.. Sanki butun kasabayi sesli sesli mideye indiriyordu yangin. Arada benim pelerine de sulaninca sondurmek uzere ayaga firladim ve pelerin hala sirtimda oldugu icin salak gibi kendi etrafimda birkac kez dondum. Dolayisiyla beni farkettiler. Liderleri "Kasabanin simyacisi bu! Derhal yakalayin, efendimize esir olacak!" dedi. O anda akli basinda her bunyenin yapacagi gibi ben de kotikotropal aksimi devreye sokup adrenalin salgilayaraktan, kacanin yakalamaya calisana olan avantajini kullanmak istedim ama daha hipotalamustum CRH bile salgilayamadan adamlar yakalamisti beni. Adam dedim galiba di mi? Duzeltiyorum "ayi"lar yakalamisti beni..

Iste o sirada, formulunu, yillanimi gecirdigim kana manastirinda ogrendigim [i]rahatlatici[.i] bitki karisiminin etkisi gecmeye basladi ve adamlarin aslinda gemiyle degil basbaya atlarla gelmis olduklarini fark ettim. Yelken sandiklarim ise bayraklariydi.

Beni komutanlarina goturduler. Kamp kurduklari yerdeki en buyuk cadirda, minderlerin uzerinde oturmus oldugu halde boyu 1.90 bir adamdi bu. Saci sakalina karisik, korkunc bir yuzu vardi.

- Iste efendim Nabou kasabasina kacmis, Kana manastirinin son simyacisi bu! dediler.

- Nea? bu mu?! dedi. Gur sesi cadirin icini dolduruyordu. Iste o an bitkilerin etkisi tamamen kayboldu ve korkmaya basladim.

- Evet efendim. Casuslarimiz oyle bildirdiler. Hem yuzundeki dovmeye de bakilirsa suphesiz kana manastirindan geliyor bu simyaci.

- Iyi de bu bir kadin!! diye haykirdi koca cusse.. kendimi hic o anki kadar kadin hissetmemistim.

Adamlar, herhalde bu ayrintiyi goz ardi etmis olsalar gerek, bir an bocaladilar. Bunu bir hakaret olarak kabul etmekten ziyade bir firsat bilip aralarindan siyrildim. Ne de olsa komutanin "Birakin gitsin, zaten aradigimiz o olamaz" deme ihtimali vardi. Var gucumle cadirdan disari kosup, bir at bulup dort nala uzaklasmak icin onumdeki tek engel, cadirin kapisinda birden bire beliriveren iri yaratikti. Kendisine carpip 2-80 yere devrildikten sonra icin icin "Bu lanet imparatorlukteki herkez mi big-size yahu!" diye dusundum. Bu yeni peydah olan sahis pelerininden ve armasindan da belli oldugu gibi imparatorlugun simyacilarindan biriydi (o an kendisinin Thur-gor'un bas simyacisi Ghelenmelen oldugunu bilmiyordum sevgili gunluk). Her kendine guvenen karakter gibi sahneye girisini sarkastik bir espriyle gerceklestirdi:

- Ooo bakiyorum cadiriniz pek hareketli general Ktonuk! (bakislarini bana cevirerek sozune devam etti) ben bas simyaci Ghelenmelen. Sen de Guma'li Ryukka olmalisin. Kana'ya kabul edilen en genc simyaci..

(“Eheh ne guzel herkes birbirini taniyor, sakalli reisin adi da Kthonuk’mus falan… Hadi bana musaade, daha kasabayi tamir edecegiz” demek istedim butun benligimle sevgili gunluk. Ama basimin dertte oldugunu biliyordum. Bu yuzden saygiyi elden birakmamak gerekiyordu)

- Ismimi biliyor olmakla beni gururlandirdiniz sayin Ghelenmelen, aslinda ben…

- Imparator seni ozel olarak istetti, yoksa Nabou’nun diger sakinleri gibi geberip gidecektin, ismini ben dahi hatirlamayacaktim.. diye sozumu kesti. O sirada ses tonu ve hatta butun beden dili bana karsi hissetigi kiskancligi ele verdi. Acaba kiskandigi; imparatorun beni gormek istemesi mi, genc yasim mi yoksa kadin olusum muydu?

Ghelenmelen’in emri uzerine askerler beni saraya goturmek uzere toparladilar. Evet goturme sekilleri icin toparlamak cok uygun bir fiildi. Cadirdan ciktigimiz sirada Ktonuk’un “Aradiginizin o oldugunu sanmiyorum. Hakkaten de o degilse bana geri getirin sayin Ghelenmelen. Haremime katarim. Pek sirin birseymis.“ Dedigini duydum ve kaderimin bir "kirk katir mi? kirk satir mi? " bilmecesine benzemeye basladigini dusundum. Buyukcene bir atarabasina bindik. Yol boyunca bas simyacinin ukalaligini cekecektim. Fakat bu beni sarayda bekleyenlerin yaninda hicbirseydi gunluk..

Bir sure yolculuktan sonra ufukta Thur-gor sarayi belirdi. Bu sarayi hep peri masallarindaki kotu/karanlik satolar gibi hayal ederdim. Gercekten de oyle oldugunu gorunce medyumluk yetilerim uzerinde sorguladim kendimi. “Eger buradan sag kurtulursam, gordugum herkesin kahve falina bakicam serefsizim!” diye soz verdim icin icin. Bu sirada Ghelenmelen’in bana sordugu sorulara cevap veriyordum. Kendisiyle konusurken, dilimizde kendinden yasli insanlara hitap edilirken kullanilan fiil cekimini kullaniyordum gunluk. hani bir ihtimal gencligimi kiskaniyorsa iyice catlasin diye ipnetor.

Saraya girdigimizde, imparator’un huzuruna cikarilacagimi, diz cokturulup asagilanacagimi, daha sonra da bana ancak bizim manastirin hocalarinin bilebilecegi, mesela “kanat cirpisiyla bilmem nerede firtina yaratan kelebegin kanat rengi nedir?” gibi kil-tuy-yun bir soru sorulacagini ya da “bize altin yumurtlayip platin mican tavuk yap!” gibi bir emir verilecegini dusunuyordum. Fakat oyle olmadi. Sarayin kuzey kisminda bir odaya goturuldum. Dort duvar ve bir pencere disinda odada bir calisma masasi, bir sandaldye ve bir de yatak vardi.

Ghelenmelen tam da bunu soyleyecegini tahmin ettigim anda “Yeni evine hos geldin.” dedi alayci bir sekilde. Onu gormezden gelip olmayan esyalarimi nereye yerlestirecegime bakiyordum ki yasli simyaciya ait olamayacak yumusaklikta, guzel bir ses “demek Ryukka sensin.” dedi. Sesin geldigi yere dondugumde su ana kadar gormus oldugum en guzel bayan duruyordu karsimda. Son derece elegant bir giyimi vardi. Oyle ki uzerindeki elbisenin her detayina ayri bakakaliyordu insan. Saclarini nasil toplamis oldugunu hala anlayabilmis degilim (itiraf ediyorum ayni modeli sonra bircok kez denedim ve basarisiz oldu) acikti ama arada orgulu tutamlar da gozukuyordu. Belindeki kemerin uzerinde de iki kilic asiliydi, kiliflarinda olduklarindan onlara dikkat edemedim gunluk ama kiliflari da guzeldi. Cevresindeki muhafizlari veya Ghelenmelen morugunun diz cokmus olusunu gorup iskillenmem gerekirdi ama kalakalmistim dogrusu. Muhafizlardan biri dizlerime vurup “Egil sefil! Arianna hanimefendi imparatorun kiz kardesidir!” dedi. Bakislarimi Arianna hanfendiden cevirmeden oylece dizlerimin uzerine duserken pek aptal gorunmusumdur herhalde.

- Laboratuvarina geri donebilirsin Ghelenmelen. Burada isin bitti. (diyerek soze baslayan soylu bayan artik cigerimi yesindi. Sonra bakislarini bana cevirdi) Sen ise benimle gel. dedi.

Soz dinleyip kendisini takip etmekten baska sansim yoktu. Beni karanlik koridorlardan gecirip yer altina yonelen merdienlerden indirirken “Istediklerimizi yaparsan senin icin hersey yolunda gider. Sarayda zaten sana bir oda verdik, eger unvanini hak ediyorsan kisa surede buranin bas simyacisi bile olabilirsin. Fakat reddedersen direkt idam edilirsin. Agabeyim “hayir” cevabindan hic hoslanmaz.” diye soze basladi. Bir nevi yer alti laboratuvari ile zindan arasi bir yere geldik. Zindani andirmasinin nedeni bu mekana hucreler ve iclerinde mahkumlar bulunmasiydi. Bir ucunda ise kafesler icerisinde hayvanlar vardi.

- Senden istedigimiz sey prensip olarak cok kolay. Bu kobay hayvanlari ve insanlari kullanarak bize ustun askerler yapacaksin. Bir hayvanin gucune ve cevikligine sahip humanoidler..

- Yok canim daha neler! deyiverdim ister istemez..

Arianna bacinin bisey demesine gerek kalmadan muhafizlardan biri mizraginin sapiyla haddimi bildirdi.

- Ciddi konusalim, Kana manastirinin yasak tekniklerde uzman oldugunu ve bu teknikleri normal simyacilarin basaramadiklari seyleri yapacak ustalikta simyacilar yetistirigini biliyoruz. Fakat manastira saldiramayacagimiz ortada. Henuz manastirlarin dokunulmazligi gibi buyuk yasalari cigneyecek kadar guclu bir imparatorluk degiliz -gerci pek yakinda olacagiz- bu yuzden seni, manastirin disinda yasayan tek Kana’liyi bulmak zorunda kaldik. Daha once de soyledigim gibi, teklifimizi kabul edersen ne ala… yoksa…

Acikcasi bana secim sansi vermiyorlardi. Fakat bu zavalli insanlari ve hayvanlari karistirmak tam anlamiyla bir insanlik sucuydu. Kim bu kadar cani olabilirdi ki. Belli ki boyle birseyi yapamazdim.

- Ghelenmelen bey de iyi bir simyaciya benziyor hani.. o yapamadi mi mesela ? diyerek lafi uzatmaya calistim.

- Denedi ama basarisiz oldu. dedi Arianna denen cani kadin ve bana kafeslerden birini gosterdi.

Kurt ve insan karisimi igrenc bir hilkat garibesi vardi kafeste. O kadar deforme o kadar kotu bir haldeydi ki birak yurumeyi, yerinden bile kalkamazdi herhalde.

- Ananiskkheeaaa!!! diye haykirarak geri cekildim. Disari cikmak uzere kapiya yoneldim ama cikamadan koseye bir yere kustum. Kendimi toparlamaya calisiyordum ki Arianna cadisi omzuma elini koydu ve "herhalde sen bundan daha iyisini yapabilirsin? " dedi. Yuzum duvara donuk, ellerim duvara dayanmis, nefes nefese bir halde "Evet, bu aksam size gerekli malzemelerin bir listesini yazicam. Oncelikle bu yaratik uzerinde calismaya baslamak istiyorum. Teknik mukemmellesince digerlerine baslarim. Boylece kobay ziyan etmem. " dedim. Imparator’un kardesi cevabimdan memnun olmustu. Gulumseyerek "istedigin herseyi saglayacagiz, merak etme. Yeter ki sonuc iyi olsun" dedi. Istedigi kadar mavi gozleri zindanin mum isiginda parlasindi, artik gozume hic de guzel gelmiyordu kaltak!

Evet sevgili gunce, planimi yapmistim. Bu saraydan kacmanin bir yolunu bulana kadar Ghelenmelen’in yarattigi zavalli hibridi iyilestirmeye calisarak onlari oyalayacaktim. Aklima daha iyi bir plan getirecek halde degildim.

Insan transmutasyonu, 3.dereceden bir karbona SN2 reaksiyonu yaptirmaya calismak gibi birseydi. Yani su ana kadar kimse basarmis degildi. Bana simya sanatini ogreten hocalarim transmutasyon konusunda uzmandilar evet. Ama insan onlar icin kutsaldi ve onunla oynamak Tanri’ya mahsustu. Ben de onlarla hemfikirdim.

Arianna $irfintisi ve muhafizlar laboratuvari terk ettikten sonra orada bir sure kaldim ve kafesteki hilkat garibesini incelemeye basladim. Acaba ne yapabilirdim? Aslinda belki de kendisine yapilabilinecek en iyi sey onu oldurmekti ama boyle bir sansim yoktu tabi. Kurt penceleriyle kendigini bayaa bir tirmalamisti. Bu yaralara pansuman yaparak baslayabilirdim ise. Hem boylece yaratigin anatomisini de yakindan taniyabilirdim. "Hay allaam diger simyacilardan tenekeyi altin yapmalarini falan istiyorlar, benim dustugum hale bak! Iyice civisi cikti bu dunyanin! " diye dusundum.

Gerizekali Ghelenmelen (aa cok yakisti bu tamlama!) sanki oyun hamuruyla oynar gibi bir hokus pokus yapmaya calismisti. Halbuki kurt ve insan arasindaki uyumlu noktalari bulup, bu dokularin birbirini reddetmemesi icin gerekli reaksiyonlar dusunulmeliydi. Nasil birlestirilecek, hangi katalizor kullanilacak, dokular nasil alterne edilecek vs vs. Yaratik uzerinde butun bunlari calismaya, islemin nerelerinde hata yapilmis olugunu saptamaya basladim. Dolayisiyla bu aslinda islemin nasil yapilmasi gerektigi hakkinda da bir fikir veriyordu bana. Gittikce icimde diger kobaylari deneme istegi dogdu. "Yapilamaz" denilen seyi yapan dahi olabilirdim belki. Tam fenci ruhumun merakini kamcilayan bir meydan okumaydi bu. Ama laboratuvarda, kafeslerin arkasinda olmeyi bekleyen masum insanlarin yuzleri beni hemen kendime getirdi. Ilk gunlerde, kendilerinin "kurt-adam" adini taktiklari zavalli yaratikla ilgilendigimi goren bir tanesi "Siz doktor musunuz? " diye sordu. Belli ki kurt-adam dediklerinin idama goturuldugunu sandiklarindan biri oldugunu bilmiyorlardi. Ne de olsa Ghelenmelen’in operasyonlari gerceklestirdigi yer farkli bir odaydi.

Kacis planimi da sistematik bir sekilde olusturuyordum. Sarayin buyuk bir bolumunu gezmistim (bahanem de hazirdi, "yuruyerek dusunuyorum"). Her sarayda oldugu gibi kisayollar mevcuttu. Fakat muhafiz yuzdesi inanilmazdi tabii. Bu gezintilerim sirasinda imparator’u da uzaktan gormus oldum. Kizkardesiyle hemen hemen ayni yaslarda gozukuyordu ve bir o kadar da "guzel"di (yani belki de yakisikli demeliyim). Belinde kardesinin kiliclarinin aynisindan vardi. Herhalde bir aile sembolu falan olmaliydi bu kiliclar. Iki kardesin iyi gecinip gecinmedigini kimse bilmiyordu cunku su ana kadar hickimse onlari bir arada gormemisti.

Birkac gun icerisinde kurt adam (ki kendisine Curtis ismini koymustum) yuruyebilmeye basladi. Gerizekali bas simyaci on patileri ayaklara, arka patileri ise kollara denk getirmisti. Duzeltince yaratik once ayaga kalkabildi, sonra da yuruyebildi. Fakat agzinin dogru yere takilmis olmasina ragmen (ki bunu da yanlis yapsaydi oha’ydi artik) soz konusu agiz kurt agzi oldugu icin konusmasi mumkun degildi. Bana ilk gunlerde korku ve nefret, sonralari ise minettarlik dolu bakislarindan bu yaratigin duygulari oldugunu anlamistim. Sanirim bana en cok aci veren de bu olmustu sevgili gunluk. Zeka seviyesini olcmek icin bir iki oyun denedim. Hatta benim yaptigim hareketleri tekrar ederken pek eglendi. Sonuc olarak bir kurttan daha zeki mi bilemem ama kapasitesi bir insana gore dusuktu. Herhalde beyni hayvan refleksleri, duyu yetileri gibi ozelliklere yer vermek icin kuculmustu. Ghelenmelen, bir askerin akilli degil itaatkar olmasi gerekliligi uzerinde durmustu anlasilan. Curtis’in durumunun diger insan kobaylari etkilememesi icin onlar, laboratuvarin disinda bir hucreye nakledilmislerdi.

Arianna, calismalarimdaki ilerlemeden haberdar olur olmaz laboratuvara damladi. Tesrif ettigi sirada Ep-502 adli bir maddeyle ugrasmaktaydim ve kendisini fark etmedim. Kurt-adam’in uzuvlarindaki buyumeyi olcmek icin kullanacagim bu renksiz sivi dokulara bir kez geldi mi yikansa bile cikmadigi ve Ep camiyla bakiliginda parladigi icin heryerim kapali, elim eldivenli, kisacasi komik bir haldeydim. Hatta tek gozumde Ep cami vardi. Arianna « duyduguma gore calismalar iyi gidiyor ? » deyince irkilmekten ote yerimden sicradim ve Arianna hanimefendinin boynuna ve omzuna de az bir miktar sivi sicratmis bulundum. Ben yine muhafizlardan birinden dayak yemek uzereyken, Arianna engel oldu, onemli olmadigini soyledi. Anlasilan uzerine dokulenin ne oldugunu bilmiyordu. Bana basarimin sirrini sordu. « Biz manastirda simya egitiminden ziyade biyoloji ve tip da ogreniriz. Boylece transmutasyon konusunda herhangi bir simyacidan daha basariliyiz » gibi birseyler soyledim. Takdir etti. Sanki koskoca Kana manastiri kendisinin takdirine kalmis gibi. Bu sirada nerden geldigini anlayamadigim Ghelenmelen belirdi ve « Herhangi bir simyaci olarak beni mi kastediyorsun ? » diye cikisti, cevap vermedim. Pek sinirlenmisti anlasilan. Belli ki Ghelenmelen, benim yuzumden bas simyacilik rutbesinin tehlikede oldugunu dusunuyordu. O an zihnimde bir simsek cakti. Ghelenmelen, kendisine calismalarimin sonuclari ve formulleri vermem karsiliginda buradan kacmama yardimci olmayi kabul ederdi belki. Boylece hem o bas simyaciligini kurtarirdi, hem de ben pacayi kurtarirdim. Ama bu adama guvenemiyordum. Beni tuzaga dusurebilirdi. Aslinda onun da bana guvenmemesi gerekirdi cunku kendisine yanlis formul verirdim (ben kactiktan sonra geride kalan bunca insanin mutant olmasina goz yumamazdim). Yine de denemeye deger bir fikirdi bu.

Formul kullanmayan, kullansam da akimda tutan bir insan olarak calismalarima dair birkac musfetteden baska hicbir belgem yoktu. O yuzden aksam ustu, isim bittikten sonra oturup yalan yanlis (ama gercekci) formuller ve metodlar yazdim. Laboratuvari terk etmeden once herseyi tamam mi diye Curtis’e baktim. Tam geri cekilecekken parmakliklarin arasindan uzanip elimi yakaladi. Bir an korktum fakat sonra fark ettim ki gitmemi istemedigi icin tutmustu elimi. Bir cocukla konusur gibi «Gitmem lazim. » Dedim. Elimi yavasca birakti. O an kacarsam onu da yanimda goturmeye karar verdim.

Elimde formullerle Ghelenmelen’in odasinin yolunu tuttum. Kapida muhafizlar beni durdurdular. Bir an icerledim, benim kapimda muhafiz yoktu mesela, niye yoktu? Gelenin ben oldugunu ogrenen bas simyaci beni iceri aldi.

- Ne var velet? Birsey mi sormaya geldin? dedi kucumseyerek (bu kucumsemenin bir nedeninin de Ep camini gozumde unutmus olam oldugunu sonra fark edecektim).

- Bilakis bas simyaci bey, bir teklifim var. (dedim ve formulleri masasina koydum.) transmutasyonun nasil yapilacagini cozdum. Sizin yaptiginiz mutant da artik hareket edebilmenin yani sira basit komutlari algilayabiliyor ve yerine getiriyor ayrica istenildigi gibi guclu ve cevik ozelliklere sahip. Herhalde imparator veya kardesi bunun uzerine beni bas simyaci yapacaktir.

- Eee? Bana hava atmaya mi geldin yani?

- Hayir. Demin de soyledigim gibi bir teklifim var. Ben bas simyaci olmak istemiyorum cunku ben ne bu sarayda ne de bu ulkede kalmak istemiyorum. Bu formulleri size vereyim, varsin siz olun bas simyaci. Fakat buradan kacmama yardimci olun.

Dusunmesi gerektigini soyledi ve formullerimi alip odasini terk ettim. Kendisi hakkinda tahminlerim dogru olsa gerekti ki boyle bir tepki vermisti.

Odama gitmek uzere bahceye ciktim ve sansima imparator o an bahceyi dolasmaktaydi. Dolayisiyla bir mizrak sapi darbesiyle, selam vermek uzere yere yikildim. Butun muhafizlar birbirine benzediginden beni samar oglanina ceviren hep ayni adammis gibi sinirleniyordum. Imparator onumden gecerken beni son derece sasirtan, hatta dumura ugratan birsey fark ettim. Imparator’un boynunda Ep-502 lekesi vardi! Ep cami hala gozumde oldugu icin gorebiliyordum. Elbisesi omzunu kapattigi icin emin olamadim ama kardesininkiyle ayni yerdeydi leke! Nasil olabilirdi ki bu? Imparator laboratuvara gelmemisti hic. Sarayda Ep-502 bulunduran da bir ben vardim. Insandan insana temasla da bulasmaz bu… "Hay allah! " idi sevgili gunluk, "hay allah"…

Bas simyaci bir gun suresince dusundukten sonra teklifimi kabul ettigini soyledi ve bana geceleyin, laboratuvar’in ormana acilan arka kapisindan kacabilecegimi, kendisinin muhafizlari kafalayacagini soyledi. Ona guvenmekten baska bir sansim yoktu. Ben de ona formulleri laboratuvarda calisma masasinin cekmecesinde birakacagimi soyledim.

Ertesi gun formulleri soyledigim yere koydum. Ne olur ne olmaz diye birkac malzeme hazirladim ve geceye kadar laboratuvarda kaldim. Curtis’e de planimizi anlattim ama ne kadarini anladigini bilmiyordum. Soylenilen vakit geldiginde, kafesini actim ve benimle gelmesini soyledim. Iyi ki soz dinleyen bir bunyeydi kendisi. Fakat arka kapidan ozgurluge kosmaya hazirlanirken birseylerin ters gittigini fark ettim. Ghelenmelen’in soz verdigi uzere muhafiz olmamasi gerekiyordu. Ama koridora girer girmez beni bekleyen 6 tane muhafizla karsilasmistim. Ben onlara « sehirler arasi otoyol » edasiyla bakarken onlar da beni yakalamak uzere davrandilar. Bu ulkenin askerlerinin ne kadar hizli davrandigini artik kavramis oldugumdan tam gaz geri kosmaya basladim fakat arkamda 6 baska muhafizla Ghelenmelen belirdi. Kendisi beni tuzaga dusurmus olmanin zevkini doya doya yasasin diye arkamdaki askerler de durdular.

- Eheheh ! bakiyorum hayvanlar gibi kapana kisildiniz ? dedi yasli sarcasm ustasi.

- Anlasmamizda bu yoktu ! sen ne yapmaya calisiyorsun ? ben ortadan kaybolmazsam bas simyaci unvanini nasil koruyacaksin ?

- Elimdeki formullerle calismalarini devralmakla kalmayip basarisiz ve kacmaya calisan seni yakalatmis olarak imparator’un daha da gozune girecegim ! ne de olsa burada calistigin zaman boyunca ona ise yarar bir ikinci mutant ile yaratamadin.

Kendisine anlatilan bilmeceyi yeni anliyan bir insan edasiyla « sen… sen aslinda cok kotu bir adamsin yani. Di mi ? » dedim. Haince gulmeye devam etti. Ben de gunah benden gitti diye dusunerek mutant arkadasa saldir emri verdim "atil kurt! ". Ne de olsa baska cagremiz yoktu. Yari insan yari kurt bu varlik bir insandan daha hizli saldiriyor ve bir kurttan daha fena parcaliyordu. Bir cirpida 10 muhafizi aliverdi. Kalan iki asker ve arkalarina saklanmis Ghelenmelen’deyken sira, kacis yonumuzden daha baska muhafizlar gelmeye basladi. Anlasilan gurultuyu duymuslardi. Kacmak daha iyi bir fikir olacakti. Karanlik koridorlarda kosarak ilerlemeye basladik, hucrelerin yanindan gecmeye basladigimizda bir an „umarim zindanin iclerine dogru kacmiyoruzdur“ diye dusundum, adamlar zaten bizi zindana almak icin kovaliyorlar. Curtis’e kilitleri kirmasini soyledim. Biraz durakladi. Sonra yanina gelip kilidin ne oldugunu gosterdim ve kacmaya devam ettik. Kaybettigimiz vakti serbest kalan mahkumlarin yarattigi kargasayla toparladik ve anlamadigim bir takim gecitlerden gecip guzel ve genis bir odaya gelik. Curtis kiracak kilit arandigi icin kendisine artik kilit kirmasi gerekmedigini soyledim. Birdenbire bayan cigliklariyla ikimiz de yerimizden sicradik. O sirada cevreyi incelemek aklima geldi ve yatak-dosek-divan vs’den olusan dekorun etrafinda acik kiyafetler giymis bir suru kadin gordum. Burasi imparator’un haremiydi ve anlasilan Curtis’i sevmemislerdi. Arkadasimin elini tutup, kadinlara „Sakin olun! Sessiz olun! Sadece gecip gidecegiz!“ dedim. Kimileri sustu ama kimileri de histerik bir sekilde bagirmaya devam etti. Bagirmayan bir tanesinin yanina gidip buradan en az muhafizla karsilasarak disari nasil cikabilecegimi sordum. Titreyen elleriyle bir yon gosterdi ve o tarafa yoneldik. Gitmeden once ortalikta duran agda kutusunu aldim, belki lazim olurdu. Bir yandan da nicin zindanlardan hareme cikan bir gecit olabilecegini dusunuyordum. Belki de zindanlardan biri kamufle edilmis bir selamlikti… Gosterilen yonde bir sure ilerledikten sonra, onumuze kulbu olmayan bir kapi cikti. Belli ki bir mekanizmayla acilip kapaniyordu. Acaba neydi? Kapinin menteselerini aramaya, yerdeki izlerden nereye dogru aciliyor oldugunu anlamaya calistim. Derken kapi acilmaya basladi. Curtis’i yanima cekip susmasini isaret ettim. Kapinin yanina saklandik (simdi dusunuyorum da eger kapi uzaktan kumandali olsaydi ve kapiyi acan kisi de bizim bulundugumuz taraftan gelseydi cok salak bir halimiz olurdu sevgili gunluk). Kapinin ardindan imparator beyler cikti, yanlarinda iki muhafiz ile. Muhafizlarin azligindan hareme gitmekte oldugu belli oluyordu. Usta bir sessizlikle kapi kapanmadan diger tarafa sizdik. Imparatorun yatak odasi olmaliydi bu. Cikisa dogru ilerleyecektik ki kapi tekrar harekede gecti. Biz de en yakin mobilyanin arkasina saklandik.

Gorunuse gore ben kapinin mekanimasini cozmeye calisirken ve haremde pek oyalanmistik, muhafizlar neredeyse bize yetismislerdi. Imparator da uyarilmis olsa gerekti ki, hisimla odasina geri donuyordu. Yanindaki iki muhafiza „derhal o ikisini yakalayin!“ dedi ve onlari yolladi. Ben ve kocaman bir yaratikla ayni odada yalniz kaldigini bilmiyordu. Sinsi sinsi gulumsedim.

Imparator ise boy aynasina dogru ilerledi. O sirada aynadaki goruntusunun Arianna oldugunu gorunce nasil dumur oldum inanamazsin segili gunluk! Iki elini aynanin uzerine koydu ve bedenini boydan boya gecen bir isikla resmen (sozde) kiz kardesine donustu. Saskinligima hakim olamayip “oo-haaa!!” dedim. Tabiki beni duydu ve dehsetle arkasini dondu. Bu sirada da kiliclarindan birini cekmisti. Biz de saklandigimiz yerden ciktik. Kurt adam’a atilma emri verdim ama Arianna keva$esi benden hizli davranip boynundaki dudugu otturdu. Ben hicbir ses duyamadim Curtis kulaklarini kapatip aciyla dizlerinin uzerine coktu. Yuksek frekans! “Kahretsin”di sevgili gunluk..

Kendisine karsi kolay bir rakip oldugum icin Arianna, muhafiz cagirmaya yeltenmedi. Sadistce gulumseyip “hahaha! simdi ne yapacaksin?” dedi. Ben de tam bunu dusunuyordum “ne yapacaktim?” . Manastirda bize savunma sanatlarini ogretmislerdi ama ben bu derslerin hepsinden kalmistim. “Elini kolunu koordine etmeyi beceremeyen birine jet-fu te do ogretmeye calisiyorum! Ah yuce kamiler! Benim sucum neydi?!“ diye dovunen senseim geldi aklima. Hem ne kadar kotu yapsam da jet-fu te do bir savunma sanatiydi. Yani Arianna bana saldirmadan hicbirsey yapamazdim.

- Valla yapacak birsey yok sayin imparatorice hanfendi. Ben sizi burda bekliyorum zaten sizin gibi elini kolunu koordine edemeyen biri, iki kilicla bir sure sonra biryerlerini kesecektir. O zaman da kiliclardan birini ben alirim. Hem sizi doverim hem de buradan kacinda kilici satarim. Bir yemek parami oder herhalde…

dedim. Tek umudum kendisini kizdirmakti cunku. Ise yaramisa da benziyordu.”Sen nasil olur da bana hakaret etmeye curet edersin?!” diyerek saldirdi. Ilk darbeden sadece kacabildim. “sen nasil aile yadigari kiliclarimiza bes para etmez dersin?!” diye ikinci kez saldiriginda ise egilip, yer hizasindan bir celme takmaya yeltendim ama sadece kenara cekilebilmis oldum. Arianna ise bunu firsat bilip kilicinin kabzasiyla ceneme bir darbe vurdu ve tam anlamiyla uctum.

Zaten o celmeyi takma olasiligim yoktu, hayatimda o hareketi hic basaramamistim. Simdi de olsa yapamam. Ama istatistik olarak o kabza darbesiyle, mobilya acisindan son derece kalabalik olan o odada duse duse aynanin uzerine dusme ihtimalim yuzde kactir hic hesaplamadim sevgili gunluk (cuku sigma kare verilmemisti).

Aynayla birlikte yere yikildik. O kirildi ben ise cizildim. Aynanin kirilmasiyla Arianna’nin ciglik atmasi bir oldu. “Agabeyimi oldurdun!!” diye haykirarak, kontrolunu kaybetmis birsekilde bana saldirdi. Ben ise kontrolumu kaybetmemis olmam sayeside cebimden toz iyodur brom cikarmaya vakit buldum ve tarihin en eski hilesini yaparak tozu gozlerine firlattim. Elleriyle gozlerini kapatarak, aci ile kenara cekildi. O sirada dudugu kapabildim. “Atil Curtis!” dedim. Curtis imparatoriceyi bir guzel parcalarken ben de buradan nasil cikacagimizi dusunuyordum.

Belli ki bizi hala zindanlarda ariyorlardi. Imparator’un tehlikede oldugunu bilseler hepsi buraya ususurlerdi. Aklima bir fikir gelmisti. Once bu odadan saraya acilan gizli bir kapi buldum. Sonra da ise koyuldum. Laboratuvarda aldigim malzemeler teker teker ise yariyordu. Formaldehit ve amonyak karistirip (sakin amonyagi nereden buldugumu sorma gunce) hexamin elde ettim. Sonra bunu nitrik asitle karistirinca, halk arasinda cyclotrimethylene trinitamine dedigimiz muhtesem patlayici ortaya cikti. Sonra odadaki gaz lambasindan biraz gaz yagi vs ile hersey hazirdi.. biraz sicaklik ve biraz da basincla patlayacak ve butun odayi havaya ucuracak bu malzemenin detonasyonu icin de klasik « mum ipi eritir, o bunu, bu sunu dusurur » tarzi bir mekanizma kurdum.

Gizli gecitten saraya dogru hizlica ilerledik. Bahcenin oraya kadar fark edilmeden gelmeyi basarabildik ama zor oldu. Herkes bizi ariyordu. Curtis de pek kucuk bir yaratik sayilmazdi. Vakit gectikce yaptigim patlayicinin neden patlamadigini merak ediyor ve endiseleniyordum. Tam paniklemeye basladigim anda kulaklari sagir eden bir patlama sesi duyuldu. Muhafiz falan ne varsa patlamanin geldigi yone yani imparatorun odasina kostular. Imparator’un odasinda oldugunu biliyorlardi cunku. Kargasadan yararlanip biz de disari tuyduk. Ben bir at kaptim Curtis ise yanimda kostu…

Dere tepe duz gittik, ozgurluge dogru sevgili gunluk…

imparator « victor the magnificent »in kaybolusundan ve kizkardesinin olumunden sonra Thur-gor imparatorlugu taht kavgalarina suruklendi. Bizler de biraz rahat etmis olduk. Ben ise Curtis ile manastira geri dondum. Hocalarim onun benim marifetim oldugunu dusunerek bana once bir posta dayak attilar. Ama gercegi ogrenince takdir ettiler. Hatta manastirda kalip transmutasyon bilgilerimi ogrencilere aktarmami istediler. Iste o gun bu gundur manastirda hoca olamaya layik olabilmek icin jet-fu te do’dan gecmeye calisiyorum. Curtis ise mutlu mesut yasiyor garibim…

kamboçya'daki teyzem ve sigara.

türk kahvesinin köpüklüsü buz gibi soğuk sudan yapınca oluyormuş, bugün bunu anladım kesinlikle...

sigarayı bırakma çabalarım son hız devam ediyor.
işin acı tarafı, hep çabalama kısmında takılıp kalıyorum.
calculus misali.

ama bir gün o aşamayı aşıcam, eminim.

ayrıca buradan kamboçya'daki teyzeme selam ederim.

dünya güzelleri.

Eğer Kafka bir insanı hamamböceğine değil de, bir hamamböceğini insana dönüştürseydi,
o hamamböceği Bülent Ersoy olurdu.

Bundan adım gibi eminim.

6 Mart 2007 Salı

herhangi bir zamanda...

geçenlerde fatih ekspresinin restoranında yalnız başıma rakı içerken şunu fark ettim:

herhangi bir zamanda, geçmişi öylesine yad etmek için mesaj atabileceğim bir eski sevgili telefonu kalmamış cebimde...
Ya yanlış anlamışım,
ya yanlış anlaşılmışım...

s.

ruh halimin stabil olmamasını keşfim, yakın bir geçmişe dayanmıyor malesef. kendimi bildim bileli "tamam mutluyum", "omgwtf çok sinirliyim", ölmek istiyoruağğm" diye kesin bir yargıda bulunabildiğim zamanlar pek nadir oldu. bu stabilitesiz durumu hep "kötü" olarak adlandırdım ben kafamda. yanlış olduğumu da düşünmüyorum açıkçası, daha ne hissettiğimi bilmeden, o hisse uygun davranmam gerekiyor, sonunda da istenmeyen durumlar çıkıyor ortaya.

ha bu konuya yine nerden geldim, orası da garip. bir dergi okudum, içim mutluluk doldu. ulan dedim, hakikaten yaşamak istediğim şeyler var şu hayatta. ve işin ilginci -ve nadir olan kısmı- buna güç de buldum kendimde. isteklerimi dile getirdim kendi içimde, bunlar için bişey yapmalıyım dedim ve en ilginci de bunları hayata geçirmek için güç buldum kendimde, dediğim gibi.

üzerinden 1 saat falan geçti bunlar olalı herhalde. salonun karanlık bir köşesinde oturmuş neyin yanlış olduğunu düşünüyorum. sıkıntıdan başım ağrıyor. eğilip ayağımı kokluyorum iki hareket olsun diye. gece nasıl tek yatacağımı düşünüyorum. herşeyi kafamda ben mi yaratıyorum diyorum, bi kısmını en azından. ama bu bile yeterince kötü.
ağlamaya değer.

en çok kullandığım cümleyi düşünüyorum.

hayat çok garip.

5 Mart 2007 Pazartesi

ve başladılar anlatmaya...

küçükken hep "farklı bir şeyler yapacam ileride lan ben!" derdim.
gerçi o zamanlar "lan" kelimesi bu kadar hedefine ulaşıyor muydu, işte bunu hatırlamıyorum...

sonra bir gün dedim ki, toplayalım birilerini.
bize "hayat"ı anlatsınlar.

dedim ki yedi kişi,
bize hayatı anlatın!

ve başladılar anlatmaya!

yedi insan, yedi farklı hayatta, size neyi nasıl gördüklerini anlatmaya geldiler.

yaşlı, bilge amcalar

hatırlarım, sene kim bilir kaç.. bakırköy'de yaşadığım senelerdi. hatta liseye gidiyordum o zamanlar (dolayısıyla "bakırköy'de yaşıyordum" değil "bakırköy'de oturuyorduk" demeliyim. malum o zamanlar hala aileyle yaşamaktaydım. lisede ayrı evi olan pek kimse tanımıyorum zaten)." meydan" diye bir yer vardır orda, "bakırköy meydanı" hatta. zuhuratbaba'dan oraya doğru yürümekteydim. soğuk bir sonbahar öğleden sonrasıydı. bir yadan bakırköy denen bu muhitteki ilginç yer isimleri (zuhuratbaba, hüdaverdi çarşı sokak.. vs) ile buralarda bir akıl hastanesinin varlığı arasındabir alaka olup olmadığını düşünüyordum.
birden bire yolun karşı tarafında yaşlı bir adam belirdi ve bana doğru gelmeye başladı. genelde bana doğru gelen adamlara karşı "self defense" bilgilerimin gerektirdiğince hazırlanırım, ama malum adam yaşlı idi, bakırköy'de adım başı rastlanan kırolardan biri değildi. kıllanmıştım, "acaba ne istiyor?" diye. adam iyice yaklaşınca "gel bak sana ne diycem" dedi. ben iyice kıllandım. sonra amca bir kez daha dile geldi "bak, ben senin gibi olmam ama sen benim gibi olursun.."
olduğum yerde kala kaldım. amca "anladın mı?" dedi ve ben tepki veremeyince hiçbirşey olmamış gibi yürümeye devam etti ve uzaklaştı.
senelerdir hala bu cümle aklımı kurcalar. ne demek isteyeceğine dair 1001 tane hipotez geliştirdim. aklıma pc frp oyunlarında zindanın ortasında çıkan yaşlı "wise" dedeler geliyor düşündükçe. bir gün ben de yaşadığım kadar hayattan bir ders çıkaracağım ya da çıkardığıma kendimi inandıracağım ve sokakta tanımadığım bir gence bunu hayat dersi olarak vereceğim. o da beni gizemli bir nine olarak hatırlayacak.. doalyısıyla o yaşlı amca gibi olacağım.
ve işte o an da kimsenin bana verecek hayat dersinin kalmamış olacağını umuyorum (bu da ben senin gibi olmam bölümü herhalde)


o zamana kadar 7 insan 7 hayat.. bakalım neler neler oluyor. bir gün 7 yaşlı şahıs olup okuruz, acaba istediğimiz bilgelik seviyesie gelmiş miyiz. fakat olur da gelmiş olduğumuz kanaatine varırsak savulun çünkü aynen sokaklara dökülüp zavallı gençler arayacağız...

pseudo-insanlık

meraba ile merhaba demenin arasındaki çizgiyi bulmaktan kendimi tükettim desem yeridir.
Meraba desen çok lakayıt, merhaba desen çok ciddi; slms desen 2001 yılında #zurna kanalında yasaklanmış gerçekten cıvıklığın önde gideni bir itham. İşin ilginci, benim işim gücüm mü yoktu ki bir takım insanlarla sosyalleşme, diyalog kurma çabalarına girdim? vardı tabi ki, rodiyi kaybettiğimden beri evde artan ekseriyetli misafir ziyaretleri sırasında kullanılan klozetin yatay kuvvetlerden ötürü kırılan demiri lehimlemek, "abi o gerçek mi?" diye dolanan insanlara şekerli bir şeyler vermek, quantum mekaniğini anlatırken elimi izah işareti şekline getirmek gibi ve türevi bir sürü işim vardı tabii ki.

Ne önemi var? bırak gitsin diye diye bir süreyi geçirdikten sonra insan kendini gözlemleyebilecek somut referans noktaları arıyor aslında, "ben nerelerdeyim?", "nasıl bir bakış açısı ile yaklaşıyorum" gibi soruların cevaplarını bulmak için.

ortak paydada buluştuğum bir kaç insanla bu konuyu tartıştım, bir çoğu bela okudu, bir çoğu telegol'ü izlemek üzere televizyonlarının başına geçti, geriye kalanlar ise "grşrz byess :D:D:D" diyerek belirtilen düzlemi terketti.

insanların bir çok davranışına anlam verebilirken, bilim ile alakadar konulara kafa yorup bir nebze "hmm" çekebilirken; bir anda 180 derecelik dönüşleri bir süreden sonra gerçekten çekilmez oluyor. Peki bu 180 dereceleri herkes mi yapıyor, yoksa görecelik teoremine göre ben sürekli dönüyor ve etrafımı da değişiyor mu görüyorum?
Yoksa benim de incelediğim kişilerin de dönüp; Ancak benim ters yönde bir dönüş gerçekleştirdiğimi düşünerek momentum sayesinde biraz daha yavaş, sakin ve objektif yargılara vardığım sonucu mu mantıklı, bilemiyorum. Tabi ki burada ben derken, bu şekilde hisseden bir kesime sembolden bahsediyorum.

yani sonuçta benim anlamadığım şey, istediklerimi yaparken ve hatta yaptırabilecek envantere sahipken neden iletişim? neden gruplaşma? Neden karşılıklı ilişkiler? neden ikiyüzlülük? Hatta neden nefes almak?

bu yazıya başlarken parmak kısımları kesik eldiven takmış mor bereli bir kızın sıranın üzerine "meet me in montauk." yazmasına karşılık gidip "arkadaşım demirbaş lan bunlar, zimmetli ya."'in arkasından zimmetliyi harflerine teker teker vurgulayıp tekrar etmemi ve arkasından gelen olayları yazacaktım. Ancak ben "bile" o kadar şaşırdım ki bu insanlarla ilişkilerden, metropolitan jazz affair dinleyerek mandalinadan ufak bir ısırık alıp içindeki sıvıyı emmek ve sonra kalan kısmı yemeyi ve bir takım modellemelerimi yazmayı daha uygun buldum.

bunları da kelime oyunlarıyla süslediğim ve toplumsal saptamalarda bulunduğum "hayatın yalan hali" adlı kitabımda toplamayı planlıyorum aslında. Buradan bir şekilde "aklımın karışıklığı aklının karışıklığına karışsın, 5 karış bir odamız olsun; biz içinde karışalım" gibi cümleler kurarak da ergenliğe seslenmeyi, onların da sesi olmayı amaç edinmek cazip geldi; Ben bir tencere çorba yapayım da sonra düşünürüm.

yaşamaya üşendim şimdi.